24 Eylül 2013 Salı

Yarım Otobüs

odanın birinde tek başına
uzaklarda bir yerde, yalnız bir yarım otobüs hayal edip
üzüldüğün olmuş mudur
bilmiyorum
hani sağa çekip yalnızlığına ağlamıştır belki sessiz hıçkırıklarla
farını kimsenin göremeyeceği bir ayara çekmiştir hani
bir lastiği patlasa, krikoyu bulacak, istepneyi takacak birinden yoksun
nasıl olduğunu düşünecek biri var mıdır diye düşünmüştür belki
ve belki sen de onu düşünmüşsündür
kaputunun altından gelen sessiz hırıltıların
ağlamak demek olduğunu bilmişsindir belki
yapmış mısındır
kendin için değil bu defa, kaybettiklerin
kazanamadıkların, erişemediklerin için değil de,
sadece onun için ağlamış mısındır
bilmiyorum.

26 Mayıs 2013 Pazar

Ürün ve Ölçüm

Ya şimdi arkadaş şöyle bir sorunum var:
Çoktan seçmeli insan tahlili olur mu, bir insanın kalitesi, bir işi ne kadar iyi yapabileceği nicelleştirilebilir mi? Nicelleştirilebiliyor olsa dahi bu sayısallaştırma süreci otomatize edilebilir mi?

"Mi" diye sormaya gerek yok. Zaten yapılmış ve yapılmakta olan şeyler bunlar. Peki ne olur öyle yapılsa, ne olur kimin profesör olması kimin henüz çalışmaya başlamadan maaşsız emekliliğe ayrılması gerektiğine bir sınavla karar versek? Bu sorunun cevabını içerdiğini düşündüğüm bir fikrim var arkadaş. Şöyle:

Elinize kalifiye, fakat yetenekleri yalnızca insan zekası tarafından gözlemlenip inkişaf ettirilebilecek bir kimse alın. Bir de aslında kalifiye olmayan, (Çözüm üretme kabiliyeti yüksek olmayan, hayal gücü dar, iletişim becerileri zayıf vs.) bir kişi alın ve bunları bir süre sonra sınava sokacağınızı kişilere bildirin. Ne olacak sizce sonuçta?

Diyelim ki cevabı biliyoruz. Diyelim ki kalifiye olmayan arkadaş koşuyu açık ara önde kapattı. Ve iş hayatına atıldı. Ve iş hayatında görüldü ki bu ölçme değerlendirme sisteminin ürettiği sonuçlara bakıldığında bu insanlar beş para edecek işlere imza atamıyorlar. MI?

Hayır işte. İşin komik tarafı da bu işte. Minareyi bir kere çaldığı için sistem, kılıfını da hazırlamak durumunda kalıyor arkadaş. Madem diyor ÖSS den elimize geçen bu, bunu kullanacağız biz o zaman. E peki bu adam bir ürün ortaya koyacak? Bir hizmet verecek? Kalifiye değildi bu adam hani? Diye sorarlar adama. Sorsunlar, hiç önemli değil, zira ürünün standardını belirleyen ile bu elemanı ölçüp işe alan sistemin çok büyük ölçüde benzeştiği noktalar var. Alın bu adamın ürettiği ürünü, pazarlayın diyorlar pazarlama departmanına.

O ne yapıyor? Ürünü kaliteli mi gösteriyor? Ortaya çıkan ve aslında hiç de öyle gadre şifa olmayacak ürünü çok kritik, çok büyük önem arzeden bir materyal olarak mı tanıtıyor? Talebi manipüle mi ediyor? Yoksa artan bu talep, aslında ÖSYM yahut bir başka sınav merkezinin belirlediği kalite standartlarına uygun bir ürüne karşı duyulan bir beklentiye mi dönüşüyor? Orasını bilemeyeceğim, ben mühendislik okudum ve mühendis olarak çalışıyorum ve çalışan, ürün, takım lideri, ölçme değerlendirme sistemi gibi olgular arasındaki bağıntıyı açıklamaya çalışıyorum. Eyyorlamam bu kadar.

1 Kasım 2012 Perşembe

Demo-krasi ve Çalışma Ekonomisi

Efenim düşünüyordum da aklıma geldi, söyleyeyim belki birine bir faydası dokunur: Yahu şimdi bu demokrasi günümüzün kabul görmüş yönetim biçimlerinin temelini oluşturuyor ya, kafama bir şey takıldı. Şimdi günümüzde hakim olan bir çalışma ekonomisi tarzı var değil mi? Hani şu Taylor'dan sonra kemale eren, alanlaşma, derinine gelişme, gradyan ustalaşma yaklaşımları. Nedir yani? Kimse takunya yapmayacak, kunduracı olmayacak, birisi köseleyi yapıştırsın, birisi bağcıkları kessin, birisi topuğu taksın, vs. ne oluyor sonuç olarak, daha hızlı bir üretim, daha az hata ihtimali, daha mekanize üretim ve daha vazgeçilebilir üretici personel. Neyse olay "Modern Dünyayı Karalama Kampanyası" na dönmeden ben sadede doğru yol alayım: Şimdi burada şöyle bir devam getirmem gerektiği kanaatindeyim; peki Demokrasi ne diyor? Efenim işin üzerine biraz eğilince görüyoruz ki, demokrasi ile yönetilen güzide sistemlerimizde insanlar kendilerini yönetecek kimseyi kendileri seçmek durumunda kalıyorlar. Böylece vekiller tayin ediyorlar, bir temsilciler meclisinin oluşturulmasında görev alıyorlar falan filan. Buraya kadar her şey güzel. Ama bir de bakıyorsun, temsilci adayı denilen cingöz recailer, ali cengizler, cemler, tayyipler, bülentler, ersoylar, ve daha niceleri, aslında televizyonun bu tarafından bakılarak kolay kolay tanınabilecek kimseler de değil be ya? Yani ne bileyim ben bu adamın Türkiye'nin geleceğine ne tür etkileri olacağını, nasıl anlayacağım hangisinin yalancı, hangisinin dolancı olacağını diyorum ben zaman zaman. Sonra aklıma şu soru geliyor, ulan ben ekonomist miyim? Ulan ben siyaset bilimci miyim, ulan ben uluslar arası ilişkilerci miyim, ulan ben filozof muyum? Ben ne anlarım temsilci seçmekten arkadaş? Beni devlet hendese yapayım diye yetiştirdi, ben ne anlarım oy vermekten? Diyemiyoruz, dememek lazım sanırım. Şu ikilemden çıkarsam, Aziz Yıldırım'ı içeriye atacak adama verecem oyumu.

27 Kasım 2011 Pazar

500S den sonbahar


İstanbul soğuk ve yorgun.

Gelecek dertlerin endişesi sarmış sanki sokakları.
Ne savaş var, ne deprem.
Ama bir çift parmak uzansa yakalayacak havada kurşunları sanki.
Ya da umutsuzca kaçtıkları bir zelzelenin artçılarıyla sarsılıyor yürekler.
Ve yıkılan mutluluk molozlarını taşıyor kürekler.
Taşıyor boğazlardan bir kuru haykırış.
Ama çıt çıkmıyor : biliyor zira her ses teli;
Sesleri bastırmaya hazır seslerle dolu şehrin her yeri.
Suskun ve uykulu yüzlerle doluyor otobüsler.
Tozlu ve paslanmış gözyaşları akıyor pencerelerden.
Barışmaya bir fırsat bulamıyor küsler.
Çünkü Sonbahar mevsimlerden.
Yüzler boğuk bir kederle doluk,
Eller üşengeç tavırlarla durgun.
Çünkü İstanbul soğuk,


Çünkü İstanbul yorgun.

26 Kasım 2011 Cumartesi

Sabah

Karma karışığım bu sabah.
Ele geçmez rüyaların özlemiyle virane,
Fethedilmez bir kalenin burçlarında sarmaşığım.
Kazandığım bir şey yok,
Kaybetmektense çok uzağım.
Bahşedilenler var yalnızca.
Menşeini açıklayamayacağım şu aciz varlığım.
Ve bir gün bulamayacağım onu da uyanınca.
Bir gün bensiz bir sabaha uyanacağım.

18 Mayıs 2011 Çarşamba

stop that train i'm leavin (*)


üstümden bir duman geçiyor
sırtımı dolanıyor zarif çizgilerle karanlık

her nefes verişimde şişmanlıyor düşmanım
her adımımla hava biraz daha kararıyor

beklemiyorum,
içimdeki odunların kayboluşuna saygısızlık olur bu zira

yalnızca dinliyorum.
düdüğü çalan benim izinsiz kaçan bulutlara

kimseyi taşıdığım için değil dolanışım,
aksine tesellisiyim ben kimsesiz kasabaların

bir heyecan taşımıyor hikayem.
açları doyursun diye yazılmadı o.

ne ben bıktım dolanmaktan,
ne bir bekleyen vardı aslında.

ben doğmadan çok önce kurumuştu umutlar
yeşermesi için suya değil süte ihtiyacı vardı onların

ırmaklar yalnız bırakmıştı bizi çünkü
sokaklar ve dağlar anne diyordu çünkü

seninle konuşacaklarım var diyenler
bir daha gelmemek üzere gidiyordu o an.

uzaklara değil ama. bilinmeze belki ama,
uzaklara değil.

zira yurtsuzlar için uzak yoktur.
bir eski vardır yalnızca, bir de yol.

--------

* Bob Marley

4 Mayıs 2011 Çarşamba

tatlı rüyalar

Bunun üzerine Çılgınçocuk, balkonun köşesine tünemiş olan Bedo'ya sordu: "Madem öyle, söyle bakalım; hergün karşısına geçip ömrümüzü biraz daha öldürdüğümüz televizyon denen şu dalgayı iki bin sene önce yaşamış bir insana nasıl anlatırdın? Yalnız unutma, onların anlayacağı şekilde olması lazım kuracağın cümlelerin ve seçeceğin kelimelerin."

Bedo gülümsedi. demek dayısı onunla oyun oynamak istiyordu. beyin jimnastiğini oldum olası sevmişti ikisi de. sigaranın yanında da ayrı bir iyi giderdi bu tür muhabbetler. yalan yok.... Bedo dönüp baktı dayısına. "iki bin yıl önce ha? hımm..." dedi ve bir iki nefes çekti dayısından otlandığı kemıl dan. sonra başını tekrar kaldırdı ve şöyle söyledi :

"pencereyi biliyorlardı muhtemelen. camı da. öyleyse şöyle derdim: nasıl rüyada sarıyorsa bizi Melekler yahut yakalıyorsa Şeytanlar, öylece yakalamak mümkün olacak gündüzün insanı. her evin duvarlarından birinde yahut birkaçında aynalar olacak. ve bu aynaların camında durmak bilmeyen rüyalar gösterilecek insanlara. dahası da var. rüyalardan da etkili olacak bu yeni vizyonlar. bu camın içerisinde ne görürse görsün inanacak insanoğlu.

inanmayı reddedenler de olacak elbet. belki biraz daha akıllı olduklarını da düşünecekler. ve başkalarının boyunduruğunu reddedip yüz çevirecekler aynaya. ama sonra güce hayır diyemeyip onlar da kendi rüyalarını yansıtacaklar cama, böylece onlar da daha zeki veya daha uyanık olduklarını düşünenleri uyutacaklar. yani kendileri gibi düşünenleri, "bakın biz de sizin gibi baş kaldırıyoruz" diyerek.

daha garibi, başkalarını uyuttuklarını düşünürken onlar da uyutulacaklar. camın ne tarafında olduklarının bir önemi yok, camın varlığından pay çıkaran herkes bir parçası haline gelecek yavaşça.başkaldırdıklarını düşünerek oynatılacaklar. bütün bunlar, vizyonlar tüm dünyaya hakim olana dek sürüp gidecek." diye cevap verdi.

sonra üşüdüler ve televizyonlu odanın sıcaklığına sığınmak üzere içeri geçtiler. konuşuyorlardı, doğruyu söylüyorlar, biliyorlar, ama anlamıyorlardı. ve iki bin yıl değil, daha iki dakika önce yaşamıştılar gerçeği.